Ayça Mumkule
Bu jenerasyon konusuna ciddi takmış vaziyetteyim. Şöyle ifade edeyim; kendi mensubu olduğum X’lere bilenmemek için kendimi zor tutuyorum. Bu konuda bildiğim tek bir şey var; o da konunun gençler ile “az gençler” arasında yaşanan ve daha ziyade de az gençlerin, gençlikleriyle ilgili duygusal hafıza tutulması yaşamalarından kaynaklanan bir durumla karşı karşıya olduğumuz.
Şimdi bir düşünürden alıntılar üzerinden ilerleyelim ve jenerasyonların duygusal hafıza tutulmalarından etkilenen duygusal zekâ düzeylerini masaya yatıralım:
… Günümüzde gençler tutkuludurlar, huysuz ve öfkelidirler. Kendilerini iç tepkilerine kaptırırlar; tutkularının kölesi olurlar. İsteklerinin önüne dikilen en küçük engele bile katlanamazlar.
… Çabuk güvenir, çabuk bağlanırlar. Çünkü aldatılmamışlardır. Yüksek amaç ve hayalleri vardır; çünkü daha yaşamın sillesini yememişlerdir. Koşulların sınırlayıcı etkisini öğrenmemişlerdir.
… Eli açık ve iyilikseverdirler. Çünkü kötülükleri tanımamışlardır. Çabuk güvenir, çabuk bağlanırlar. Çünkü aldatılmamışlardır.
… Ah şu gençler! Kabalar, saygısızlar, kontrolden çıkmışlar!
Bu tespitlere katılır mısınız bilmem ama, bu alıntılar oldukça önemli bir düşünüre ait ve önyargıların esiri olmadan düşünebilmemiz adına kim olduğunu en sona bırakacağım.
Bizler, bizden sonra gelen jenerasyonları değerlendirirken, onları, onlardan büyük olduğumuz için kendi doğrularımız ve değerlerimizle eleştirmeyi kendimizde hak görenleriz. İşin enteresan tarafı, yavaş yavaş yönetici koltuklarını devralıp Z’ler ile muhatap olmaya hazırlanan Y’ler de bu tutuma ayak uydurma yolundalar. Yarın öbür gün, “ah şu Z’ler!” diye ağıt yakan Y’ler ile karşılaştığımızda hiç şaşırmayacağım doğrusu…
Peki ne yapacağız?
Önce Duygusal Zekâ’nın ilk ve en önemli bileşeni olan ÖZBİLİNÇ’e bir bakalım derim:
Duygusal öz bilinç;
Kişinin iç sinyallerine uyum sağlamasını, duygularının kendisini ve iş performansını nasıl etkilediğini bilmesini, yol gösterici değerlerine bağlı kalmasını ve karmaşık bir durumda manzaranın bütününü görerek en iyi eylem rotasını sezebilmesini içeriyor. Bu da açık sözlü ve içtenlikli davranabilmeyi, duygularından açıkça, ya da yol gösteren vizyonlarından inançla söz edebilmeyi beraberinde getiriyor. Hal böyle olunca “Günümüzde gençler tutkuludurlar, huysuz ve öfkelidirler. Kendilerini iç tepkilerine kaptırırlar; tutkularının kölesi olurlar. İsteklerinin önüne dikilen en küçük engele bile katlanamazlar” eleştirisinin haklılık tarafını bir kez daha gözden geçirmeye gerek yok mu? Çünkü bu eleştiri direkt gençlerin duygusal öz bilinç seviye ve yeteneklerine getirilmiş bir eleştiri oluyor.
İsabetli öz değerlendirme;
genellikle kısıtlı ve güçlü yönlerini bilen ve kendileriyle ilgili bir mizah duygusuna sahip olan insanların özelliği olarak karşımıza çıkıyor. İsabetli öz değerlendirme yapabilenlerin, geliştirmeleri gereken yönlerini zarafetle öğrenebildiklerini ve yapıcı eleştiriyle geribildirimi hoş karşıladıklarını söylemek mümkün. İşte bu noktada her jenerasyon mensubunun dikkatle düşünmesi gerek. Baby Boomers; bence bu çağın en ilginç ve en muazzam jenerasyonudur. Bugün bizi biz yapan ve hatta değerlerimizi belirleyen her şeyin neredeyse ilk adımını onlar attılar. Belki de onlara “ilk kıvılcım” jenerasyonu demek çok daha yerinde olacaktır. Onlar kendileri olabilmenin içsel ihtiyacını en kuvvetli hisseden jenerasyonun mensubular. Hippiler, Apple, Star Wars, Michael Jackson ve Madonna diyorum, gerisini size bırakıyorum. Onların kendilerini gerçekleştirme savaşları, X’leri enteresan bir konuma yerleştirdi. Yani o savaşın asıl etkilerini X’ler yaşadılar. X’ler yaşanmışlıkların ve öğrenilmiş çaresizliğin içine doğdular. Dolayısıyla kendilerini bulmaya çalışırken ayna benlik kuramının etkisinde kalarak, daha ziyade hâkim toplumsal değerlerin hükümranlığı altına girdiler. Ancak bu hükümranlık, zihinleri tam olarak ele geçiremedi, bu sebeple X’lerin olayları çok boyutlu değerlendirmenin de içinde olduğu “çok boyutluluk” yetenekleri gelişti. İşte bu yetenek sayesinde Y’lerin paradigmalarını yaratırken daha hür olmalarını sağladılar. Bu bilinçsiz farkındalık düzeyinde gerçekleşmiş bir sonuçtur. Bu sebeple de X’ler aslında bilinçsizce bile isteye yarattıkları Y’lerin zihinleri ile bir problem çözme ve anlamlandırma savaşına girmiştir. Yani aslında Y’ler Baby Boomer’ların kuşak atlamış mirasçılarıdırlar. Bayrağı onlar teslim aldılar.
Özgüven;
Sahip olunan yetenekler konusunda gerçekçi bilgiye sahibi olmanın sonucu olarak, güçlü yönlere güvenmeyi sağlayan kapasitedir. Özgüvenli kimseler, zor bir görevi rahatlıkla üstlenebilirler. Çoğunlukla kendilerinden emin oldukları ve varlıklarını herkese hissettirdikleri için, bir grupta rahatlıkla öne çıkarlar. Dolayısıyla özgüven ile Dunning-Kruger etkisini (kifayetsiz muhterislik) birbirinden ayırmak gerekir. Y’lerin en çok eleştiri aldığı husus da budur. Ben bunu “Amerikanvari gençlik ateşi” olarak değerlendiriyorum. Kültürel değerimiz olan mütevazılık, Y’lerde biraz daha etkisini kaybetmiş gibi görünüyor. Bu da X’ler ile Y’ler arasındaki en büyük çatışmanın temelini oluşturuyor. Paralel olarak gizemli düşünürümüz de “Ah şu gençler! Kabalar, saygısızlar, kontrolden çıkmışlar!” değerlendirmesini yapıyor zaten. Evet Y’ler bu konuda zaman zaman kantarın topuzunu kaçırıyor olabilirler. Ancak bu, öğrenmelerine, gelişmelerine ve bu konuda yol kat etmelerine engel değildir.
Şimdi sıra ikinci bileşenimiz olan ÖZYÖNETİM’de.
Özdenetim;
Kendi duygularını denetleyerek rahatsız edici duygu ve dürtülerine hâkim olmayı, hatta onları yararlı bir biçimde kanalize etmenin yollarını bulmayı içeriyor. Kişinin yüksek stres altında ya da bir kriz döneminde sakin kalması ve açık bir zihinle düşünebilmesi -ya da zorlu bir durumla karşılaştığında bile soğukkanlılığını koruması- bir özdenetim göstergesidir. Tecrübelerime göre, özdenetim bir olgunluk kapasitesi. Düşünürümüz de gençlere yönelik “Kendilerini iç tepkilerine kaptırırlar; tutkularının kölesi olurlar.” eleştirisi ile sanırım bu kapasiteye de işaret ediyordu. Bu kapasite kimi zaman yaşla, kimi zaman tecrübeyle, kimi zaman ise doğuştan gelen mizaç özellikleriyle kaim. Dolayısıyla bu kapasiteyi jenerasyonlara mâl etmek benim ölçülerimde yararsız ve adaletsiz bir yaklaşım olur.
Saydamlık;
Sahip olunan değerleri hayata geçirmekle bir tutulan kapasitedir. Bu kapasitenin görünen en büyük faydası; kişinin duyguları, inançları ve eylemleri konusunda başkalarına karşı gerçekten açık olması sebebiyle dürüstlük yaratmasıdır. Bu kişiler, hata ya da kusurları açıkça kabul eder ve başkalarının ahlaka aykırı davranışlarına göz yummak yerine karşı çıkarlar. Yani saydamlık aynı zamanda devrim’i çağrıştırır. Mustafa Kemal, bilinen en önemli saydam liderdir. Sadece ve ancak isabetli özdeğerlendirme adımını hakkıyla geçen herkes, saydamlık konusunda yol alabilir. Tıpkı baby boomerlar gibi.. Dolayısıyla Y’ler ve X’lerin bu konuda çok fazla yol alması gerekmektedir. Bu noktada işin içine, “ayıp, günah, yasak” kavramları da girer. Saydamlık Jenerasyon ötesi bir bileşendir. Jenerasyonu her ne olursa olsun, insanları saydamlıktan alı koyan en önemli 3’lüdür bu. Bu noktada da devreye DENGE unsuru girer. Denge unsurunun yardımcısı ise özdenetimdir. Göründüğü üzere Duygusal Zekâ tüm bileşenleri ile tam bir göbek bağı ilişkisi içerisindedir.
Uyumluluk;
İşte tam bir X jenerasyon kapasitesi ! Uyumlu kişiler odak ya da enerjilerini yitirmeden çok sayıda talebin üstesinden gelebiliyor ve örgüt yaşamının kaçınılmaz belirsizliklerinden rahatsız olmuyorlar. Yeni zorluklara uyum sağlamak için esnek davranabiliyor, hızlı değişime çabuk ayak uydurabiliyor ve yeni veriler ya da gerçekliklerle karşılaştıklarında kıvrak bir zekâyla düşünebiliyorlar. Biz “değişim yönetimi” başlıklı eğitim programlarını tam olarak bu komponentin geliştirilmesi gerektiği fikri üzerine inşa ederiz. X’lerin hayatın içerisinde öğrenerek geliştirdikleri bir kapasitedir bu. Öğrenirler ve fakat sancısını da çekerler. Çünkü içlerinde bir yerlerde “konfor alanı” ihtiyacı sürekli alarm halindedir. Sırf tekrar konforlu hissedebilmek adına uyumluluk yeteneğini geliştirmişlerdir. Y’ler daha ziyade evreni kendilerine uydurmak konusunda istekli olduklarından ve bu kapasiteyi görmezden gelmek konusunda azimli olduklarından “asi, uyumsuz” yaftasını yemektedirler. Hakikaten de onların bu konuda çok fazla yol almaları gerektiğini tereddüt etmeden söyleyebilirim. Çünkü ister istemez kendi hayatlarını zorlaştırıyorlar. Düşünürümüz de “Koşulların sınırlayıcı etkisini öğrenmemişlerdir” derken tam olarak bu kapasiteye işaret etmektedir.
Başarma dürtüsü;
Yüksek kişisel standartlar, hem kendilerinde hem de yönettikleri ve/veya birlikte çalıştıkları kişilerde sürekli olarak performans artışını gözetmek bu bileşenin özellikleridir. Pragmatiktirler, ölçülebilir ama zorlayıcı hedefler belirler ve hedeflerinin değerli ama ulaşılabilir olması için risk hesabı yapabilirler. Başarma dürtüsünün bir göstergesi de, sürekli olarak daha iyi iş çıkarmanın yollarını öğrenmek ve öğretmektir. Bu kapasitenin “dürtü” olarak sınıflandırılmış olması son derece ilginç bir durum. Görünen o ki; tamamen içsel itkilerle ilişkili bir bileşen ile karşı karşıyayız. Bu dürtünün en belirleyici unsuru kuşkusuz pragmatizm yani faydacılık prensibidir. “Bana faydası ne?” sorusu, her insanın istisnasız kendisine sorması gereken bir sorudur. Elbette burada denge unsuru itinayla devreye girmelidir. Kantarın topuzunun kaçması söz konusu olduğunda bıçak sırtı bir bileşen olan başarma dürtüsü kapasitesi konusundaki duruşumuz, bizi karizmatik bir lider de yapabilir, bir mobbing zorbası da.. Yani; aman ha! X’lerin en çok maruz kaldığı, en çok şikayet ettiği ve fakat en çok da uyguladığı psikolojik taciz, çoğunlukla bu bileşenin aşırıya kaçmasıyla oluşur. Birkaç senedir gerçekleştirdiğimiz üniversite konferanslarında, Y jenerasyon temsilcilerinin ilk sordukları soru ise hep şu olmuştur: “hocam bize uygulanan tacizi nasıl tersine çevirebiliriz?” … Bilmem anlatabiliyor muyum? Düşünürümüzün “İsteklerinin önüne dikilen en küçük engele bile katlanamazlar.” dediği gençler, başarma dürtüsü konusunu yanlış özümsemiş bir topluluğun mensubu olabilirler mi?
İnisiyatif;
İnisiyatifin verilen bir şey olduğu sanrısı içinde olan gruplarla eğitimler yapıyoruz. Bu paradigmayı kaydırmak için de büyük çaba sarf ediyoruz. Oysa inisiyatif tamamıyla elini taşın altına sokmak arzusundan doğan ve kişinin kendisiyle ilgili olan bir yetkinliktir. Elini taşın altına koymak dendiğinde aklıma hep José Saramago’nun şu sözü gelir: “Ben yalnızca bir taşı kaldırmak ve altına bakmak ile kendini sınırlandırmış bir insanım. Arada bir canavarların ortaya çıkması benim suçum değildir” Elbette inisiyatif bundan daha fazlasını içeriyor. Çünkü inisiyatif; beklemek yerine, fırsatları yakalamak ya da yaratmak demek. İnisiyatif alabilen kişiler, geleceğe yönelik daha iyi olasılıklar yaratabilmek için, gerektiğinde kuralları delip geçmekte, hatta kuralları esnetmekte duraksamıyorlar.
Y’lerin yapmak konusunda çok istekli oldukları, fakat X’ler tarafından şiddetle eleştirildikleri bir konu bu. Ancak bu eleştiri çoğu zaman oldukça yerinde. Çünkü inisiyatif körü körüne alınmamalı. Muhakkak bilgi ile desteklenmeli. Aksi halde inisiyatifyen değil maceracı olursunuz. Düşünürümüz de “Koşulların sınırlayıcı etkisini öğrenmemişlerdir” demiş. Sanırım bundan da bahsediyordu.
İyimserlik;
İyimserler duruma ayak uydurabiliyorlar ki bu yönleri aynı zamanda esnek ve uyumlu olduklarını da gösteriyor. Büyük bir yenilgide tehditten çok fırsat görüyorlar. Başkalarına olumlu bir gözle bakıyor, onlardan yapabileceklerinin en iyisini bekliyorlar. Düşünürümüzün gençler ile ilgili görüşlerinden biri de şuydu: “Eli açık ve iyilikseverdirler. Çünkü kötülükleri tanımamışlardır. Çabuk güvenir, çabuk bağlanırlar. Çünkü aldatılmamışlardır.” Sanırım düşünürümüzün iyimserlikle, koşulsuz şartsız güvenmenin birbirine geçtiği bir hayatı olmuş. Oysa iyimserlik, olayların ve insanların iyi taraflarını görmek demektir safça teslimiyet ya da “polyannacılık” değil. İyimserlik kesinlikle bir seçim. Bu bileşeni seçiyor ve hayatınıza dahil edebiliyorsunuz. İstek prensibinin çokça hâkim olduğu bir kapasite bu. Bununla birlikte ne X’ler ne de Y’ler bu kapasitenin hakkını verebilmiş değil. Ama baby boomerlar bu konuda son derece istekliydiler. Hem de içinde yaşadıkları yılların kaotik hâline rağmen..
SOSYAL BİLİNÇ.
Empati;
Çeşitli duygusal sinyallere kulak verebilmek ve bunun doğal sonucu olarak da bir kişinin ya da grubun hissedilen ama dile getirilmeyen duygularını sezebilmek anlamına geliyor. Empati, öteki kişinin bakış açısını kavrayabildiğinden ve geçmişi farklı olan ya da başka bir kültürden-gelen insanlarla iyi geçinebilmesini sağladığı için “farklılıkların yönetimi” konusunun da mihenk taşıdır. Ah şu Y’ler diyen X’lerin ve ah şu gençler diyen Baby boomer’ların empati yetkinliğini azıcık sorgulamak gerekiyor. Çünkü empati, içinde yargılamayı barındırmayan tam tersine insanları olduğu gibi kavramanın yetkinliğidir. Günümüz insanları, sadece karşısındaki insanları değil dünyanın kendisini de olduğu gibi değil, biriktirdikleriyle algılayıp tanımlıyor. Bu anlamda zaten oldukça sınırlı varlıklarız. Bir de işin içine hayatta kalma (her anlamda) dürtüsü girince işler iyice arap saçına dönüyor. Empati derken, elbette Hannibal dizisindeki Will Graham gibi bir empat olmayı kast etmiyorum. Hayat herhalde çekilmez oldurdu. Bununla birlikte, empatiyi “bilişsel empati” ve “empatik ilgi” boyutunda ele alıp, bu yetkinliği hayatımıza katmak, kuşak çatışması dediğimiz illeti elimine etmek anlamında son derece önemli. Ancak bu şekilde Baby boomer’lar X’leri ezmeyi, X’ler Y’leri yerden yere vurup kendine benzetmeyi, Y’ler ise “bana neden zincir vuruluyor?” yargısını hayatlarından çıkarabilirler. Davranışların kök nedenine hâkim olmak, problem çözmenin de ilacı. O kök neden ise empati yetkinliği ile mümkün. Belki çok çok saygı duyduğum ve hayranı olduğum düşünürümüz de “Ah şu gençler! Kabalar, saygısızlar, kontrolden çıkmışlar!” demeden önce bunları göz önünde bulundurmalıydı sanki.
Örgütsel bilinç;
Politik açıdan uyanık davranabilmek için, can alıcı toplumsal ağları görebilmek ve kilit iktidar ilişkilerini okuyabilmek anlamına geliyor. Örgütsel bilinci gelişmiş olan kişiler, o örgütte işlerliği olan güçler ve kurallar kadar, kişilere yol gösteren değerleri ve oradaki insanlar arasında geçerli olan sözsüz kuralları da anlayabiliyorlar. Yani, örgütsel bilinç dediğimiz kavrama, empatinin evrilmiş hâli de diyebiliriz. Bu nokta da Krishnamurti’yi anmak gerek; “Değerlendirme yapmadan gözlem yapmak, insan aklının doruk noktasıdır” demiş değerli düşünür. Bu kapasite, adının içinde “bilinç” adını verdiğimiz kocaman bir kavramı barındırıyor. Dolayısıyla zekânın da ötesinde, akıldan bahsedebileceğimiz bir bileşen bu. Akıl yaşta değil baştadır ata sözünden yola çıkacak olursak, bu kapasitenin de tıpkı saydamlıkta olduğu gibi jenerasyonlar ötesi olduğunu söyleyebiliriz.
Hizmet;
Hizmet yeterliği yüksek olan kişiler, iç ve dış müşteriyle kurulan ilişkiyi rayında tutabilmelerini sağlayacak bir duygusal iklim yaratıyorlar. Daha da ötesinde, müşterilerin tatmin olup olmadıklarını dikkatle takip ederek gereksindikleri şeyi elde etmelerini sağlıyorlar. Bu noktada da ego ve zeka savaşları ile empati yetkinliğini birlikte ele almak gerekiyor. Ego ve zeka savaşına giren kişilerin empati yetkinliğinden yoksun olduğunu söylemekte fayda var. Üst jenerasyonlar, kendilerinden sonra gelen jenerasyonlara yeni yetme gözüyle bakıp kuyruğu dik tutma derdinde olabiliyor. Aynı şekilde alt jenerasyonlar da, kendilerinden önceki gelen jenerasyonu geri kafalılık ya da günün koşullarına adapte olamamak ile yaftalayıp, kendisi için hak gördüğü zihinsel bir tahta oturuyor. Bu hâl, sadece birlikte çalışılan insanlar için değil, hizmet vermekle yükümlü olunan müşteriler için de geçerli. Müşteriyi yukarıda sayılan varsayımlar ile yaftalamak, bilinç altında bu kişiye hizmet etmenin gerekliliğini sorgulatıyor. Bu tür ilişkilerdeki diyalaoglar ise, “sen kimsin be?” “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” gibi soru cümleleri ile anlamsızlaştırılan iletişim felaketlerini doğuruyor.
Gelelim İLİŞKİ YÖNETİMİ’ne;
Esinleme;
Hem ahenk yaratmak hem de cazip bir vizyon ya da ortak misyonla insanları harekete geçirmek anlamında son derece önemli bir kapasite. Esinleyiciler, gündelik görevlerin ötesinde ortak bir amaç duygusu vererek, işi heyecanlı hale getiriyorlar. Bu söylenenlerin size aşina geldiğinden eminim; evet karizma’dan bahsediyorum. Hatta öldürücü cazibeden. Açıkça söylemek gerekirse, bir insan cazip ya da karizmatik olmayı hedefleyerek bu amaca ulaşabilir mi? Yahut bu doğuştan gelen bir avantaj hâli mi bilemiyorum. Bildiğim tek şey, bu insanların derdinin kitleleri harekete geçirmek olmadığı. Onlar sadece kendilerini iyi hissederken ya da kötü hissederken başkalarına da esin kaynağı oluyorlar bir şekilde. Esinleyici olmaya niyet etmeye hiçbir lafım yok. Zira, esinleyici olmaya niyet etmek demek, duygusal zekâ kapasitelerinin tamamında yetkin olmak demek. Ama bu noktada işin dark side kısmı da devreye girebilir. Darth Vader’ın dünyanın en sevilen kötü karakteri olduğunu unutmayalım. Ya da alkol ve uyuşturucu bağımlısı pek çok star’ın histerik bir biçimde kitleleri peşlerinden sürüklediklerini de. Söylediğim gibi, pek çok esinleyici, esinlediği topluluğun farkında bile olmayabiliyor, çünkü hedefi bu olmuyor. Ancak “öğrenilmiş esinleme” kesinlikle her lidere kısmet olmalı. Çünkü sevgili düşünürümüzün “Kaba, saygısız ve kontrolden çıkmış” dediği kitle, muhtemelen diğer gençleri de esinledikleri için şikayete konu olmuşlardı.
Etkileme;
Bu kapasitenin belirtileri, belli bir dinleyiciye hitap edecek doğru şeyi bulmaktan, kilit kişilerden nasıl onay alınacağını bilmeye ve bir inisiyatif için destek ağı kurmaya kadar uzanır. Etkileme becerisine sahip kişiler ikna edicidir ve bir gruba hitap ederken ilgi uyandırırlar. Bu kapasite üzerinde düşünürken aklıma gelen ilk şey hep retorik olmuştur. Konu retorik olunca da, “duygusal zekâ ile iyi insan olmak aynı şey değildir, ikisi farklı kulvarlarda incelenmelidir” görüşümü kucaklarım da kucaklarım. Madem jenerasyonlardan bahsediyoruz, o zaman daha da ileri gidelim. Sorarım size; şu dünyada, etkileme kapasitesi çocuklardan daha fazla olan başka bir varlıkla karşılaştınız mı? Elbette hayır... Bunun sebebi oldukça basit. Çünkü çocuklar duygusal zeki doğuyorlar ve biz onları büyüdükleri yıllar boyunca törpüleyip bu yeteneklerini unutturuyoruz. Biz de aynı yollardan geçtik, hele ki benim kuşağım olan X, bu törpülemenin en belirgin temsilcisidir. Daha genç olan kuşaklar ise, teknolojinin içine doğmanın avantajını büyük ölçüde kullanabilirler. Çünkü onlar döngüyü geri çeviren kuşak. Pek çok kuşağın aksine onlar, bazı konuları kendilerinden önce gelen kuşaktan daha iyi biliyorlar. Dolayısıyla eğer bu konuda çaba gösterirlerse, etkileme kapasitelerini geliştirip, kuşaklar arası çatışmaya da bir dur diyebilme şansına sahipler.
Başkalarını geliştirmek;
Bu kapasiteyi etkin kullananlar, insanların yeteneklerini geliştirmek konusunda ustadırlar. Yardım ettikleri kişilerin hedeflerini, güçlü ve zayıf yönlerini anlayarak onlara gerçek bir ilgi gösterirler. Bu tür kişiler tam zamanında yapıcı geribildirimlerde bulunabilir; dolayısıyla doğal bir akıl hocası ya da eğitmendirler. İşte X’lerden duygusal ve sosyal zekâ anlamında en büyük beklenti de tam olarak budur. Belki de bu yüzden Koçluk müessesesi giderek parladı. Ve belki de bu yüzden koçluk eğitimi alan pek çok X koç, bu eğitimleri en çok da kendilerine ayna tutabildikleri bir fırsat yakaladıkları için sevdiler. Geribildirim konusuna gelince, asta geribildirim vermek zaten yeteri kadar zorlanılan ve bu konuda eğitimler talep edilen bir konu iken, bir de üste geribildirim konusunu tartışır olduk. Tüm jenerasyonların farkında olması gereken tam olarak şu; geribildirim faaliyeti, kucaktaki taşların dökülmesini fırsat kılmak demek değil. Hınç ve intikam alınan bir süreç asla değil. Tam tersine, tüm jenerasyonların birbirlerine rağmen değil de, birlikte yaşamalarına olanak sağlayan bir süreçtir. Ne büyük bir fırsattır ve görüldüğü üzere bu işin anahtarı da duygusal ve sosyal zekâdır.
Değişim katalizörlüğü;
Bu işin ilk adımı değişme gerekliliğinin fark edilebilmesidir. Çünkü ancak bu türlü bir farkındalık statükoya meydan okuyabilmek ve yeni düzeni desteklemek konusunda motivatör olabilir. Değişim katalizörü olanlar, direnişle karşılaşsalar bile değişimin güçlü taraftarları olup onu cazip bir biçimde savunabilirler. Ayrıca değişimin önündeki engelleri aşmanın pratik yollarını da bulurlar. Bu kapasite, görüldüğü üzere, farklı jenerasyonların temsilcisi olsalar da hepsi yetişkin olan insanların fikren el ele tutuşması gerekliliğini işaret eden bir kapasite. Fikren el ele olmaktan kastettiğim elbette tek tip fikir toplumu olmak değil. Bahsettiğim şey romantizmden uzak, aklın destekleyip duyguların güçlendirdiği bir realistik duruştur. Evren bile durmadan genişleyip değişirken evrenin küçümencik parçaları olan insanların hayat içindeki minör değişimlere karşı durması hakikaten çok enteresan. İnsanlar bu katı ve dirençli duruşlarını değişime değil de değişimle birlikte gelişmeye yönelik kullansalar ne harika olurdu. Üstelik beynimiz, nöroplastisite yeteneği sayesinde bu sıçramaya çoktan hazır.
Çatışma yönetimi;
Farklı bakış açılarını anlayabilmek, sonra da herkesin destekleyebileceği ortak bir ideal bulabilmektir. Çatışmayı görmezden gelmek yerine yüzeye çıkarmak, kendisinin ve karşısındakinin duygu ve görüşlerini dikkate almak ve enerjiyi yeniden ortak ideale yönlendirebilmek gerekir. Daha evvel bahsettiğim isabetli öz değerlendirme, duygusal farkındalık ve empati, çatışma yönetiminde başarının olmazsa olmazlarıdır. Ancak bu şekilde zekâ ve ego savaşının önüne geçilebileceğinden de bahsetmiştik. Bu önemli bir konu. Çünkü ne ego savaşının ne de zekâ savaşının bir kazananı yoktur. Söz konusu olan jenerasyonlar olduğunda konuyu kişisel değerler bağlamında da değerlendirmek gerekiyor. Çünkü her jenerasyon, kişisel değerlerini, büyük ölçüde hâkim toplumsal değerler ile kültürel zekâsı eşliğinde belirliyor. Çatışmalar da büyük ölçüde bu değerlerin çarpışmasından kaynaklanıyor. Belki de düşünürümüzün sözlerinin tamamını bu bilgiler doğrultusunda değerlendirmekte fayda var. İşte o zaman jenerasyonlar arasındaki çatışmanın sebebini daha iyi idrak edebiliriz.
Ekip çalışması ve işbirliği;
Kişilerin kolektif çabaya etkin ve coşkulu bir biçimde katılmaları anlamında önemlidir. Bu bakış açısı kişinin içinde bulunduğu grubun ruhunu ve kimliğini birlikte geliştirir. Özellikle son yıllarda üzerinde çokça konuşulan kolektif zekâ ya da bir felsefesi yaklaşımı da, bu önemi vurgulamakta ve aslında karşı koyulması zor bir ihtiyacı gözler önüne sermektedir. Çünkü insanlar gerçekten birbirlerine kimyasal, biyolojik ve zihinsel olarak bağlıdırlar. Ayrılıklar sonradan icat edilmiştir ve insanın doğasına aykırıdır. Yani doğa ile akılın ve belki de düşünce yavrusu duyguların savaşından bahsediyoruz. Kişilerin zorluklar ve/veya hedefler doğrultusunda adeta tek vücut olması hâli, sadece jenerasyon problemi de değildir. Aynı jenerasyonun mensupları da birlik olabilmek konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyorken, jenerasyonlardan birlik beraberlik beklemek biraz komik oluyor. İşbirliği yapabilmek demek, rollerin; kişisel beceriler, yetkinlikler ve yetenekler doğrultusunda doğru dağıtılması ve herkesin bu dağıtılan rolleri yürekleri ile sahiplenmeleri ile mümkündür ki bu da duygusal zekâ demektir zaten. Ancak günümüzde ideal işbirliği ruh hâline girebilmek için sanırım bir uzaylı istilası gerekiyor.
Gelelim şu ünlü ve gizemli düşünürümüze...
O 2400 yıl kadar önce yaşamış çok çok önemli bir filozof; Aristo ! Ne onun, ne de eleştirdiği gençlerin hangi jenerasyona mensup olduklarını hiç mi hiç bilmiyorum. Böyle bir tasnif hiç yapılmadı, çünkü o zamanlar takım elbise, döpiyes, business casual, maaş bordrosu, plaza ve Amerikan tipi kavram icadı ile pazarlama zamazingoları yoktu. Tek bildiğim, jenerasyonu her ne olursa olsun gençler ve az gençlerin, duygusal ve sosyal zekâdan uzak durdukları müddetçe daima benzeri didişmeler içerisinde olacağıdır.
Comments